Sürdürülebilir kalkınma anlayışı sadece ekonomik bir yaklaşım olmayıp, insani kalkınmanın iyileştirilmesi ve çevresel sürdürülebilirliği de kapsamaktadır. Geleneksel kalkınma yaklaşımları ile sanayileşmenin büyümesi, doğaya salınan sera gazlarının artışı, üretim için artan enerji ihtiyaçları ve bunların yanı sıra artan nüfus ile hane enerji tüketim miktarının çoğalması, karbon emisyonu artışının temel nedenleridir. Bu artışın sonuçları olarak yerküre sıcaklığının ivmeli artışı ve küresel ısınma ile karşılaşmaya başladığımız iklim sorunları, habitatın yok olmaya başlaması, buzullarının erimesi ile yükselen su seviyeleri ve yakın gelecekte karşılaşacağımız kullanılabilir suya erişimde büyük ölçekte yaşayacağımız problemlerdir. Her şeye rağmen kalkınmanın yerini sürdürülebilir kalkınma anlayışı almadıkça bu problemler çoğalmaya ve gezegenimize zarar vermeye devam edecektir.
Kalkınmanın ekonomik büyüme ile ilişkilendirildiği, geleneksel kalkınma anlayışında üretimin rolü çok büyüktür. Bu üretim için gerekli olan enerji kaynağının sağlanması direkt olarak kalkınma ile enerji arasında bir ilişki meydana getirmektedir. Sanayi devrimi, gelişen makineleşme ve seri üretim ile doğaya salınan zararlı gazların artışı bahsi geçen ekolojik sorunların da artmasına yol açmaktadır. Problemlerin fark edilir şekilde ortaya çıkmasının, gezegenin hissedilir biçimde tepki vermesinin öncesinde bilim insanları ve alanında uzman kişilerin yaptığı uyarılara rağmen herhangi bir önlem alınmamış, başta devlet politikalarının bu kapsamda yeniden düzenlenmesi ve toplumun bilinçlendirilmesi çalışmaları geri planda kalmıştır. Bu anlamda karbon emisyonunun vergilendirilmesi, temiz enerji üretimi ve ekoloji dostu olan kaynakların yakıt olarak kullanımına geçilmesi gibi çözümler üretilmiş ve ülkeler bu kapsamda harekete geçmeye başlamıştır.
BM tarafından yapılan evrensel çağrıda, SKA 7’de detaylandırılmış herkes için karşılanabilir, güvenilir, sürdürülebilir enerjiye erişimi sağlamak için önceliklerin belirlenmesi gereklidir. Her ülke ve bölgenin gelişmişlik düzeyi ve coğrafi koşulları farklı olduğu gözetilerek hedef ve stratejilerin belirlenmesi ilerleyen süreçlerde hidrojen için belirlenen hedef ve kurulan tesislerin kontrolünü sağlamak bu açıdan önem arz etmektedir.
Temiz enerji elde etme ihtiyacı ve teknolojinin ilerlemesi ile alternatif yakıt kaynaklarının aranması hızlanmıştır. Evrenin kütlesinin yaklaşık %75’ini oluşturan ve doğada en çok bulunan element hidrojen, sera gazı emisyonunun azaltılması için öncelikli kaynak olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak doğada serbest halde bulunmaması hidrojen üretimini gerektirmektedir. Yeşil hidrojenin ne üretilmesi aşamasında ne de yakıt olarak kullanımı esnasında karbon salımı olmaktadır bu da hidrojeni temiz enerji için birincil kaynak haline getirmektedir.
2015 Paris Anlaşması’nda ortaya konan küresel sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlama hedefi için 2050 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşılmalıdır. Bunun için ise küresel üretim ve tüketim emisyonlarının azaltması gerekmektedir. Bu doğrultuda 2021’de Glasgow’da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP26), katılımcı ülkeler tarafından 2030 yılına kadar uygun fiyatlı ve düşük karbonlu hidrojenin küresel olarak kullanılabilir hale gelmesi hedeflenmiştir. IRENA (2022), 2050 yılına kadar nihai enerji tüketiminin %12’sini temiz hidrojenin karşılayabileceğini öngörüyor.
Yeşil hidrojen üretimi için Afrika, Amerika, Orta Doğu ve Okyanusya’nın en yüksek potansiyele sahiptir. Şimdiden hidrojen politikaları birçok ülkede ekonomik diplomasinin standart bir parçası haline gelmeye başlamıştır.
Özellikle Almanya bu konuda birçok çalışma yapmakta olup, Haziran 2020’de ulusal hidrojen stratejisini yayınlamıştır. Birleşik Arap Emirlikleri Hidrojen Liderliği Yol Haritası açıklamış; Avustralya, Umman ve Suudi Arabistan da dahil olmak üzere diğer birçok ülke de bu yönde ilerlemektedir.
Çok uluslu bir elektrik şirketi olan Iberdrola, İspanya’da 2030’a kadar yüzden fazla hidrojen istasyonu kurmayı hedeflemekte ve hâlihazırda fosil yakıtlar için önemli bir merkez olan Rotterdam Limanı, temiz hidrojen için bir merkez olma, hidrojen ve türevlerini ithal etmek için boru hatları projesini başlatmıştır.
Hidrojenin üretilmesi, depolanması, taşınması ve kullanılması bir hidrojen enerji sistemini oluşturmuş ve bu sistemin verimliliğinin yüksek olması hidrojene yönelimi hızlandırmıştır. Bu yönelimin doğal sonucu olarak hidrojen diğer enerji kaynakları gibi ticaret konu olmaya başlamış ve gündemde hidrojen ekonomileri olarak yerini almıştır. IRENA, 2050’de yeşil hidrojen üretiminin üçte ikisinin yerel olarak kullanılırken, üçte birinin sınır ötesi ticarete konu olacağını öngörmektedir. Hidrojen ekonomileri, hidrojenin ithalatı ve ihracatı; depolama ve iletilmesi çözümleri gibi altyapıların kurulması, teknolojik araştırma ve geliştirme hatta karbon emisyon ticareti gibi enstrümanları içermektedir.
Hidrojenin birçok enerji kaynağından ve dünyanın birçok yerinde üretilebiliyor olmasından dolayı hidrojen ticaret akışının tekele dönüşmesi pek olası değildir. Bununla birlikte, özellikle hidrojen ticaretinin ilk yıllarında, tedarikçilerin sayısının sınırlı olduğu ve çoğu ticaretin hala ikili düzenlemeler tarafından yönetildiği durumlarda arz kıtlığı ortaya çıkabilir. Uluslararası bir hidrojen piyasasının ortaya çıkışı, dış politikayı yeniden şekillendirebilir, ikili ilişkilerde ve ittifaklarda değişimlere neden olabilir. Ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin değişmesi siyasi ilişkileri de değiştirebilir.